29 Haziran 2017 Perşembe

Hallac-ı Mansur

Hallac-ı Mansur : ( 856-922)

MS 856 yılı Ağustos ayında bugünkü İran'ın Tur yöresinde doğmuştur. Esas adı Ebu Mugis el Hüseyn Bin Mansur ol Bayvaz’dır. Hallac, yıkanmış temizlenmiş yünü ayıklayan tarayan ve eğrilmeye hazır hale getiren ustaya verilen addır. Bu nedenledir ki  Babasının mesleğinden dolayı 'Hallâc' lakabı ile anılmıştır. Ama halk arasında anlatılan uydurulmuş bir hikayeye göre de  Hallac denilmesinin sebebi şudur: Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına gider. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica eder ve onu bir yere yollar, fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürer. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylenir. Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümser ve "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatır. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçerek kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrılır. Hallaç şaşırıp kalmıştır. Olay kısa zamanda halk arasında yayılır ve o günden sonra da ona Hallac-ı Mansur denilir.

Bu hikâyeleri uyduranlar daha da ileri giderek peygamber efendimizin bile ömründe yapmadığı Kur’an ile taban tabana zıt ve baştan aşağı şirk unsurları içeren aşağıdaki uydurmaları da yapmaktan korkmamışlardır.

“ Pek çok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram ederdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi. 400 kişi ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada ona gelerek hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 kişinin her birine bir kelle ile iki pide verdi.
 ( http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3166  )

Hallâc’a göre bütün dinler esas itibariyle birdir. Aynı hakikate değişik açılardan bakmaları dinlerdeki farklılığın kaynağını oluşturmuştur. Dinlerin birliği esastır; bütün din mensuplarının hedefi ve istedikleri şey aynıdır. Bu yönden hepsi hak üzeredir. Farklılık isimlendirmede ve şekildedir. Hallâc, Hz. Mûsâ’nın sözünü de Firavun’un sözünü de “hak söz” diye niteliyor ve bu ifadeyi cebir ve kader konusundaki görüşleriyle açıklayarak, “Bu sözler, ezelde takdir edilen ve değişmeyen bir alın yazısının sonucu olarak söylenmiştir” diyordu (Aħbârü’l-Ĥallâc, s. 48). Bütün dinlerin ilâhî olduğunu söyleyen Hallâc’a göre insan kendi tercih ettiği din üzere değil, Allah tarafından kendisi için tercih edilen din üzere bulunur. Bu konudaki görüşlerini açıklamak için irade ile emir arasında ayırım yapan Hallâc, emredilen şeylerden bazılarının irade edildiği halde bazılarının irade edilmediğini ve sadece irade edilenin gerçekleştiğini savunur.

İblîs’in Âdem’e secde etmemesini Hallâc bir de tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. Ona göre İblîs Allah’tan başkasına secde edilmemesi gerektiğini, ilâhî takdirin böyle olduğunu biliyor, secde emrini bir imtihan ve zâhirî bir husus olarak görüyordu. İblîs Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan O’ndan başkasının önünde eğilmemiş, secde şerefini yalnız O’na tahsis etmiştir. Allah’ın, “Eğer secde etmezsen sana ebedî olarak azap edeceğim” uyarısına karşı, “Bu azap içinde iken beni görecek misin?” şeklinde bir soru sormuş, “evet” cevabını alınca, “Beni görmen bu azaba katlanmama değer” demiştir. Hallâc, aşkı bir zevk ve haz olarak değil elem ve azap olarak görüyor ve âşığın sevgilisi uğruna en acı ıstırabı tereddüt etmeden göze alması gerektiğini düşünüyordu. İdam edileceği gün vücudundan akan kanla abdest aldığı ve, “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır” dediği rivayet edilir (Attâr, s. 593).  Hallâc’a göre İblîs, “Eğer Âdem’e secde edersem fütüvvet ehli olma niteliğini kaybederim” demiş ve bu sebeple davasına bağlı kalmıştı. Firavun da, “O’nun resulüne inanırsam davamı kaybetmiş olacağımdan fütüvvet makamından azledilmiş olurum” diyerek denizde boğulma pahasına iddiasında ısrar etmişti. Bu bakımdan bu ikisini kendine örnek alan Hallâc, “enelhak” davasında sonuna kadar ısrar etmekle fütüvvetin bir örneğini vermiştir (Kitâbü’ŧ-Ŧavâsîn, s. 207). Diğer taraftan Hallâc fütüvvetin en güzel örneği olarak Hz. Muhammed ile İblîs’i görmüş, hiç kimsenin bu ikisi kadar davalarında samimi olmadıklarını ve fedakârlık göstermediklerini, ancak birincisinin diğerinden daha mükemmel bir örnek teşkil ettiğini ileri sürmüştür (a.g.e., s. 204).

Ona nisbet edilen bir risâlede, “Hac yapmak isteyen, fakat buna imkân bulamayan bir kimse evinde temiz bir odayı hac için ayırır. Hac mevsimi gelince içine kimsenin girmediği bu odada Kâbe’de olduğu gibi tavaf yapar. Haccın diğer menâsikini de yerine getirdikten sonra otuz yetimi toplayarak yemek yedirir, onlara elbise giydirir, sonra da her birine 7’şer dirhem para verir. Bunlar hac yerine geçer” şeklinde bir ifade yer almaktadır (bk. İbnü’l-Cevzî, el-Muntažam, VI, 163). Ancak bu sözler bu şekliyle onun düşmanları tarafından uydurulmuş olabilir.
Fakat  Beyazıd'ı Bestami, İbni Arabi, Celaleddin Rumi’nin de , “ Kabe benim, çevremde yedi kere dön Beytullah'a hicaz'a gitme Kabe kuruldu kurulalı Allah bir kez olsun oraya gitmedi. Oysa benim varlığım vücut buldu bulalı Allah kalbimden hiç çıkmadı ki “ gibi hacda reform niteliğinde ki değişik düşünce ve sözleri ,  Hallâc’ın da aynı konuda bazı şeyler söylemiş olmasını mümkün kılmaktadır. Nitekim mahkeme Hallâc’ı idam etmeye karar verirken onun haccın farz oluşunu inkâr ettiğini hükme gerekçe olarak göstermiş ve o sırada Abbâsîler’e isyan etmiş olan Karmatîler’in Kâbe’yi tahrip edip Hacerülesved’i memleketlerine götürmeleriyle Hallâc’ın haccı inkâr etmesi arasında bir ilişki kurulmak istenmiştir. Ancak bu iddiaların bir tertip olduğunu düşünenler de, Hallâc’ın üç defa Mekke’ye gidip Kâbe’yi ziyaret etmesini ve ayrıca Hanefî kadısı İbn Bühlûl’ün idam kararına karşı çıkmasını, delil olarak göstermişlerdir.  İslam Ansiklopedisi cilt: 15; sayfa: 379


"Enel-Hak"  yani “ Ben Hakk’ım “ sözleri üzerine 912 yılında tutuklandı.

Tasavvufçular tarafından bu sözün anlamı, “Ben Hakk’ım” demek ise de, aslında “Haktan başka hiç kimse yok .” demek istemişti ya da Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada;  Allah'ta eriyiρ yok olmak anlamında söylediği gibi yorumlarla yumuşatılmak istense de Kur’an’dan, peygamberimizden ve onun sahabesinden hiçbir delile dayanmayan Hallac’ın bu sözleri apaçık küfürdür. Hallac peygamberimizden ve onun sahabesinden daha çok mu Allah’ı sevmektedir ki onun aşkı ile kendinden geçerek bu sözleri söyleye bilmiştir.
 Ayrıca bunlar bir anlık maksadını aşan sözler değildir onlar Hallac’ın 30 yıl savunduğu fikirleri ve uğruna seve seve darağacına yürüdüğü, hayatının felsefesidir.  Bir insan 30 sene boyunca sarhoşluk halinde yaşamış diye bir şey olabilir mi ?  İslam'da her türlü sarhoşluk haram değil midir? Neden sahabe ve tabiinden Allah aşkı ile sarhoş olup kendinden geçerek ne dediğini bilmeyen tek bir tane mesut çıkmamıştır?

Aynı sitede bu sözlerle ilgili işte başka bir yorum ve başka bir uydurma :

SUAL:
Hallac-ı Mansur, niçin Enel hak dedi?

CEVAP:
Evliyadan bazıları Allahü teâlâyı zikrettiği zaman, Rabbinden gayrı her şeyi, hatta kendi nefsini bile unutur. Zikrettiği yani andığı mahbubun adını dilinden düşürmez.

Hallac-ı Mansur hazretleri, La ilahe illallah demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, anması kalbden ruha geldi. Orada ünsiyet peyda ederek ilahi aşka kavuştu. Dünyadaki her şeyi hatta kendi adını bile unuttu. Aşk sarhoşluğu kapladı. Buna sekr hali deniyor. Bu halde iken, (Sen kimsin?) diyenlere, (Enel-Hak) diye cevap verdi. Üzerinden sekr hali gidince, yani ayılınca (Enel-Hak) dediğini hatırlamadı. Fakat dine aykırı konuştuğu için şehit edildi. Yere dökülen kanları (Enel-Hak) şeklini aldı. ( http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3166  )

Bu sözleri üzerine sekiz yıl tutuklu kaldı. Bu süre yine aynı site de şöyle anlatılmaktadır.

‘ Bu sözü için katline fetva verdiler. Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı. Şeyh Ebu Abdullah-i Hafif anlatır: "Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye, "Şeyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor" dedi. "Bu zindanda ne iş yapıyor?" dedim. "13 batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor" dedi. Sonra, "Bu zindanda eşkıya ve hırsız çok, onlara nasihat eder" dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi. "Şirazlıyım" dedim. Tam bu sırada zindancıbaşı içeri girdi. Saygı gösterdikten sonra, "Düşmanlar beni halifeye gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selametle git" dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehadet parmağı ile işaret ederek ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni öldürecektim. Şimdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim" dedi.

Yüz kırbaç vurun
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" buyurdu. Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.

İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi. Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehit edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at" buyurmuştu.’     

İşte ölümü ile ilgili başka bir uydurma :

Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın “Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, böylece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.
( http://sufizmveinsan.com/aksam/hallac.html )

Maalesef internette değişik sitelerde bunlar gibi birçok uydurma mevcut kısa bir araştırma yapılırsa bunlara ulaşmak zor değil.

Hallac sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Hallâc-ı Mansûr'un öldürülme sebeblerinin, Abbasiler'e karşı ayaklanmış olan Karmatiler'le gizlice mektuplaştığı, 'Ene'l-Hakk' sözüyle ulûhiyyet (ilâhlık) iddiasında bulunduğu, haccın farz oluşunu inkar edip yeni bir hac anlayışı ortaya koymasıdır.

Mehdi olduğu ve Abbasiler'e karşı Karmatiler'le gizlice iş birliği yaptığı yolunda söylentilerin devlet adamlarını endişelendirmesi ise Hallâc'ın idam edilmesinin siyasi yönüdür. Hallac'ın türbesi Bağdat'tadır. Birςok İslam ülkesinde türbeleri vardır. Yedi adet olduğu söylenen bu türbelere Hallac-ı Mansur makamı denmektedir. Çanakkale'nin Gelibolu ilςesinde bulunan türbe de bu yedi makamdan biridir.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder